II. ABDULHAMID HAN | |
Osmanli pâdisâhlarinin otuzdördüncüsü,
Islâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur. Sultan Abdülmecîd'in
ikinci oglu olup 1842'de dünyâya gelmistir.Genç yasta dînî ve fennî
ilimleri mükemmel bir sekilde ikmâl etti. Sâzeliyye tarîkati
seyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati
seyhi Ebu'l-hüdâ Efendi'den feyz alarak zâhirdeki
dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandirmistir.Daha genç yasta zekâsi ve siyâsî
kâbiliyetleriyle temâyüz etmis bulundugundan amcasi Sultân
Abdülazîz Han, Misir ve Avrupa seyâhatlerinde O'nu da
yaninda götürmüstü.Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü
almasini bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfizaya sâhibdi.
Bir defa gördügü veya sesini isittigi kisiyi aslâ
unutmadigina dâir kaynaklarda sayisiz misâller vardir. Alman
birligini kurmus olan Prens Bismark rivâyete nazaran:"Dünyâda yüz gram
akil varsa, bunun doksan grami Abdülhamîd Han'da, bes grami bende,
kalan bes grami da diger dünyâ siyâsîlerindedir..." demistir.O'nun en büyük talihsizligi,
devleti çok kötü sartlar altinda eline almis olmasidir. Buna
ragmen hiç yilmadan, bikmadan müthis bir zekâ, sabir ve büyük
bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba
ugratmadan idâre etmistir.Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masraflari ve dis
borçlanmayi mûcib olan harpçi bir siyâset takibi
yerine, gelisen sanayî hareketleri dolayisiyla batida temâyüz
etmis bulunan iki devleti karsi karsiya getirmek ve onlarin menfaat çatismalarini
tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sirat köprüsü
üzerinde yürütmek, O'nun siyâsetinin temel esasi
olmustur. Bu sulhçu siyâsetin neticesinde
yeni askerî yatirimlarin masrafindan kat'an nazar dis borçlarin
300 milyon altindan, 30 milyona indirilmesi saglanmistir.
Abdülhamîd'in Almanlar'i Ingiliz siyâsî
emellerine karsi mâhirâne bir sûrette kullanmasinin çok
çesitli ve parlak tezâhürleri vardir. Medîne
demiryolu imtiyâzinin Almanlar'a verilmesi ve stratejik bir
mevkî olan Akabe'nin onlarin yardimiyla Ingilizler'den kurtarilmasi,
bunun târihte en tipik bir misâlidir. Abdülhamîd Han, 93 Harbi felâketinden aldigi dersle
gayr-i mütecânis ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek
cereyanlarin müsâhede edildigi Meclis-i Mebûsân'i
böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878'de
süresiz olarak kapatmistir. Mithat Pasa ve avanesinin sebep oldugu 93
Harbi felâketinin neticesinde Rumeli'de kaybedilen topraklardan
pek çok müslüman ahâli, muhâcir olarak Istanbul'a
gelmis bulunuyordu. Bunlarin magdûriyetlerini istismâr ederek
toplayabildigi bir kisim issiz-güçsüz takimiyla Çiragan
Sarayi'na yürüyen Ali Suâvî, Sultân
Abdülhamîd'i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murad'i
tekrar tahta geçirmeye tesebbüs etti. Sultan V. Murad,
mason Mithat Pasa ve avanesi tarafindan tâ sehzadeliginden beri hususî
bir sûrette yetistirilmisti. O da, akil hocasi Mithat Pasa gibi otuzüç
dereceden bir masondu. Fakat hiç süphesiz bu teskîlata
onun gerçek hüviyetini bilmeden girmisti. Bununla beraber serîrler,
kendisi pâdisâh olsa menfûr emellerine daha kolay
ulasacaklarini düsünüyorlardi. Ali Suâvî
ise, Sulltan Abdülhamîd Han tarafindan Galatasaray
Lisesi müdürlügünden bozuk siyâsî düsünceleri
sebebiyle azledilmis bulunmanin igbirâri (gücenikliligi) ile
haraket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavas yavas yahûdî
siyâsî emellerinin hâkim olmasiyla Osmanli aleyhtarligina
meyleden Ingiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydi.Besiktas muhâfizi yedi-sekiz Hasan
Pasa'nin kafasina indirdigi bir sopa ile Ali Suâvî'nin
can vermesi bu ihtilâl tesebbüsünün akîm kalmasini
saglamistir. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî
vak'alar dolayisiyle mâruz bulundugu büyük tehlikeyi
kavramis, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine
ilâveten rum, ermeni ve yahûdîlerin kaynattiklari fitne
kazani sebebiyle muârizlarinin "istibdâd" diye
adlandirageldikleri siki bir dâhilî siyâset tâkibine
mecbûr kalmistir. Abdülhamîd Han, bu karisik iç bünyeye ragmen halkin huzûru
ve ülkenin selâmetini saglayabilmek için bugünkü
modern devletlere bile örnek olabilecek derecede sumüllü bir
istihbarat teskilati kurmustur. Bu teskilâtta kendisine karsi
bombali bir suikasti gerçeklestirmis bulunan ermeni asilli Jorris'i
dahi bir istihbârât elemani olarak kullanmasi, sâyân-i
dikkattir. Hattâ Ingilizler'in Madrit büyükelçileri
vefât ettiginde, onun açilan çelik kasalarinda Sultân
Abdülhamîd'le muhâbere hâlinde bulunduguna dâir
vesâikin ortaya çikmasi, Ingilizler'i bu istihbârâtin
kuvvet ve sumülü hakkinda dehsete sevketmistir. Kendisi tahttan
indirildikten sonra azili muhâlifleri tarafindan Çiragan
Sarayi'nin yakilmis bulunmasi da, O'nun bu müthis istihbârât
teskilâti ile alâkalidir. Zîrâ bu sarayin bodrum
katlari, lebâleb Sultân Abdülhamîd'e verilmis
jurnallerle doluydu ve hiç süphesiz ki saray, onlari yok etmek için
yakilmisti. Çünkü bu jurnaller, Ittihat ve Terakkî'nin
ileri gelenlerini birbirine düsürecek mâhiyetteydi. Sathî
bir nazarla bakildiginda, bunlarin birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd
Han'a jurnallik ettikleri ortaya çikmaktadir.Bu jurnal keyfiyeti dolayisiyle de Sultân
Abdülhamîd, muârizlari tarafindan haksiz ve çirkin
bir sûrette itham edilegelmistir. Gûyâ ulu orta verilmis
saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insani sürgüne
gönderdigi pek çok yazilip söylenmistir. Bu hususdaki gerçegin
lâyikiyle kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat
ve hassasiyyetinin anlasilabilmesi için bir tek misâl zikredelim:Birgün yüksek seviyede bir me'mûrun
Çiragan Sarayi önünden geçerken gûyâ:"–Âh Sultân Murâd
Efendimiz!.. Sen basimizda olsaydin, böyle mi olurdu?!."meâlinde bir söz söylemis
oldugu yolunda bir jurnal alinmis ve bundan dolayi da o me'mûrun
Fizan'a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdir
olmustu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Pasa:"–Efendimiz, bu ne hâldir,
anlayamiyorum?!. Bu me'mûrun takriben alti ay önce ihtilâs
(rüsvet) cürmü sâbit oldugu halde onu afvetmistiniz..
Simdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne
gönderiyorsunuz?!." demesi
üzerine, o koca Sultân Sadrazam'a su cevâbi
vermistir:"–Hayir Pasa Hazretleri, ben
onu bu jurnalden dolayi sürgüne göndermiyorum! Asil sebep, o
zikrettiginiz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali
de kasden kendim verdirttim. Lâkin onu, alti ay evvel böyle bir
tertibe bas vurmadan cezâlandirsaydim, yalniz kendisini degil, çoluk-çocuk
ve akrabâlarini da cezâlandirmis olurdum. Onlar da es ve
dostlarina karsi mahcûb olurlardi. Simdi ise, bu adami gûyâ
benim istibdâdima karsi çikmis bir insan sifatiyla kahraman telâkkî
edecekler. Böyle olmasini tercih ettim!.."Bu öyle bir hâdisedir ki, O'nun
devri için sürüp gelen hakli-haksiz tenkîdlerin
degerlendirilmesinde bize büyük bir isik tutar. Sultân Abdülhamîd'in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise
de sudur:Sultan Abdülazîz'in sehîd edilmesinden bes sene geçmesine
ragmen halk, bu menfûr hâdiseyi unutmamisti. Kâtillerin
yakalanip cezâlandirilmasini istiyordu. Bu umûmî arzu üzerine
Yildiz'da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat
Pasa, Hüseyin Avni Pasa ve daha bazilarinin Abdülazîz
Han'in kâtili olduklari sâbit oldu. Mahkeme bunlar hakkinda îdam
cezâsi verdi. Ayrica Plevne kahramani Gâzî
Osman Pasa ve Ahmed Cevdet Pasa gibi sahsiyetlerin dâhil
oldugu kirk kisilik mûteber bir hey'ete de bu karar bir kere daha tedkîk
ettirildi. Onlar da, müttefikan karâri isâbetli gördüklerini
beyân ettiler. Buna ragmen Sultân Abdülhamîd Han,
îdâm cezâlarini sürgüne tahvîl etti.
Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmis bulunan Mithat Pasa'nin
cebine sürgüne giderken 800 altin harçlik koydu.
Insan, hâdiselerin içyüzüne vâkif olunca, bu
büyük merhametli pâdisâha karsi dil uzatanlari aslâ
afvedip hos göremez!..Sultân Abdülhamîd Han'in Dünyâ çapinda ithâmina vesîle
olan sebeplerden biri de, devrinde basgösteren ermeni mes'lesidir.
Ermeniler, ülkemizde yasayan gayr-i müslim teb'a arasinda bizim örf
ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir
durumda idiler. Asirlarca "teb'a-i sâdika" olarak yâdedilmislerdi.
Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî
emellerine ulasmak isteyen Ruslar'in propagandalarina muhâtab
olarak sadâkatten ayrildilar. Ilk önce Rus tahrikiyla baslayan
ermeni kipirdanislari, sonradan bütün hiristiyan bati devletlerinin
alâkasini celbetmis ve onlar da bu ihtilâfa dâhil
olmuslardir.Bu maksadla ermenileri silâhlandiran
Ruslar'in faâliyetini ve bunun nihâî gâyesini görmekte
gecikmeyen dâhî Sultân Abdülhamîd Han,
ermenileri toplu olduklari bölgelerden saga sola cebrî bir sûrette
göç ettirmek gibi bir tedbire bas vurmustur. Fakat bu kadar mâsumâne
bir hareket, yahûdî destegi ile de beslenerek onun aleyhinde
beynelmilel bir propaganda tezgahlanmasini intâc etmistir. Neticede
kendisine Viyana'da îmâl edilerek gönderilmis bir
kupa arabasina îmâlât esnasinda uzun bir zamana
ayarlanmis saatli bir bomba yerlestirilmis ve bu bomba, kendisinin
seyhulislâm ile Cum'a namazi hitâminda mûtâd hârici
üç-bes dakika ayaküstü konusmasi sebebiyle o daha
arabaya binmeden Yildiz Câmî-i Serîfi önünde
infilâk etmis, asker, sivil bir çok insan ölmüs ve
yaralanmistir. Herkesin telâsa kapildigi o hengâmede Sultân
Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:"Korkmayin, korkmayin!.."diye bagirmis ve arabanin seyis mahalline
oturarak ecnebî sefirlerin alkislari arasinda atlari kirbaçlayip
sarayina avdet etmistir.Devrinin sözde münevverlerinin
gafletine bakiniz ki, Belçikali ermeni Jorris'in tertibi eseri
olan bu suikati alkislayanlar görülmüstür. Hattâ
zamanin gözde sâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan 'bir
anlik gecikme' anlamindaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli
siirinde suikastçiyi 'sanli avci' diyerek tebcil etmekte ve
suikasdin muvaffakiyetsizlikle neticelenmesinden dogan teessürlerini
terennüm etmekteydi. Buna ragmen Sultân Abdülhamîd'in
kendisine karsi en küçük bir mukâbelesini tarihler
kaydetmemektedir. Sultân Abdülhamîd devrinin gâilelerinden biri de o siralarda
filizlenmeye baslayan yahûdî mes'lesidir. 1982 yilinda
Isviçre'nin Bazel sehrinde 'ilk siyonist kongresini'
toplamis olan Teodor Hertzel, daha önce yazdigi "Yahûdî
Devleti" isimli kitâbiyla dünyâ yahûdîlerinin
Filistin'de yeniden toplanmalari gerektigi yolunda tesebbüse geçmis
ve bu gâye için o gün dünyânin en büyük
zengini olan yahûdî Roçilt âilesinin
destegini saglamisti. Onun namina iki kere Türkiye'ye gelen ve yahûdîlerin
Filistin'e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde
Osmanli Devleti'nin dis borçlarini ödemek teklifini Roçilt
namina Sultân Abdülhamîd'e arzetmis olan Hertzel'in,
O'nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm
olmasi sebebiyle, yahûdîler tarafindan bütün dünyâda
o büyük hükümdar için bir karalama kampanyasi
baslatilmistir.Bu kampanya sebebiyledir ki, otuzüç
senelik saltanati boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamis, ancak
ana ve babasini öldürmüs olan bir cânî disinda
normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarini bile tenfiz
ettirmemis, kendisine suikast yapan bir haremagasini ve hattâ ermeni
Jorris'i dahî afvetmis bulunan Sultân Abdülhamîd
Han için haksiz ve mesnedsiz bir sûrette 'kizil sultan'
lakabi, meshur ve harciâlem bir hâle getirilmistir. Hayfâ
ki, yahûdîlerin îcâd edip ermenilere armagan
ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde
vatanin o gün bugündür bir çok talihsiz Türk
asilli nesilleri arasinda da revaç bulmustur.Filistin'e göç edip yerlesmek gibi ilk nazarda mâsumâne
görünen arzularinin Sultân Abdülhamîd
tarafindan mutlak bir sûrette redde mahkûm oldugunu gören
yahûdîler, o mübârek sahsiyeti bertaraf etmedikçe
emellerine ulasamayacaklarini anlamakta gecikmediler. Bundan dolayidir ki, önce
Istanbul'da ve sonra da yahûdî muhiti Selânik'te
temerküz eden Ittihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak
vatanin bir kisim bedbaht evlâdlarini bir propaganda sisinde bogdular.
Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd,
yahûdîlerin Filistin'de toprak satin almalarini yasakladigi
gibi, onlarin bu emellerine muvâzaa yoluyla ulasmalarini engellemek için
de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini sahsî parasiyla
satin alarak "emlâk-i sâhâne" hâline
getirmistir. Filistin Çiflikât-i Sâhânesi böylece
vücûda gelmistir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten
oradaki müslüman nüfûsu da artirma yoluna gitmistir.O sirada Rus tahrikiyle tesekkül etmis
çeteler, Balkanlar'i cadi kazani hâline getirmis
bulunuyordu. Bunlarla mücâdele eden birliklerin birtakim subaylari,
Ittihat ve Terakkî ve onun arkasindaki yahûdîlerce igfâl
edilmislerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamîd Han'i
II. Mesrûtiyet'in ilânina zorladilar.Abdülhamîd Han, yeni bir kânûn-i
esâsî hazirlatip tatbik etmeyi düsünüyordu.
Fakat gayet buhranli ve ihtilâl hazirliklarinin yapildigi karisik bir
ahvâl içinde buna firsat bulamamisti. Mecbûren eski kânûn-i
esâsîyi yürürlüge koydu.Meclis-i Meb'ûsân 17 Aralik 1908'de toplandi. En azili Osmanli düsmanlari
dahi meb'ûs seçilerek meclise girmisti. Hatta ne hazîndir
ki, mecliste azinliklarin te'sîri müslüman meb'ûslardan
daha çoktu.Ittihat ve Terakkî iktidari, kisa zamanda halkin umûmî sûrette
nefretini kazandi. Karsilastigi tenkîdleri siddetle bastiriyor ve muhâliflerini
gazeteci veya fikir adami demeden suikastlerle yok ediyorlardi. Bu durum, zuhûr
eden nefreti had safhaya çikarinca, kendi iktidarlarini korumak için
sâdik adamlari sandiklari avci taburlarini Rumeli'den
getirip Taskisla'ya yerlestirdiler. Ancak bunlarin baslarindaki
subaylar, kisa zamanda Beyoglu âlemleriyle siyâset girdabina sürüklenip
askerleriyle alâkalarini kestiler. Serbest kalan avci taburlari efrâdi,
halkla temas edince, Ittihat ve Terakkî'nin irtikâb ettigi
mel'ûnâne zulüm ve hiyâyetlerini ögrenerek
kendilerini korumaya me'mur olduklari bu kadroya karsi ayaklandilar.
Istanbul'da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazi Ittihat
ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasinda katledildi. Iste 31 Mart
Vak'asi denilen hâdise budur. Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarini
tehlikede gören Ittihat ve Terakkî,Rumeli'den "Hareket
Ordusu" denilen çogu rum, ermeni ve yahûdî çapulcusu
onbes bin kisilik bir kuvveti Istanbul üzerine sevk ettiler.
Sultân Abdülhamîd, bu gürûha karsi -maalesef- asiri merhameti
sebebiyle hareketsiz kaldi. Halbuki sarayinin etrafinda iyi tâlim ve
terbiye görmüs otuz bin asker vardi. Neticede tâc ve tahti için
su hengâmede bile kan dökmeye râzi olmayan Sultân Abdülhamîd,
Hareket Ordusu'na arkalanan Ittihat ve Terakkî hükûmetince
hal' olunarak tahttan indirildi. Usûlen tanzîm edilen fetvâ
da, tamamen haksiz ve mesnedsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, "kütüb-i
mu'tebere-i dîniyyeyi cem' u ihrâk", yâni mûteber
dînî kitaplari toplatip yaktirmakti. Bu bühtanin asli sudur: O zaman Kur'ân-i Kerîm'in
sahislarca basim ve yayini yasakti. Kur'ân-i Kerîm'i
devlet bastirir ve parasiz dagitirdi. Sahislarin Kur'ân-i Kerîm
tab'inda gereken ihtimâmi gösteremeyecekleri düsüncesiyle
konulmus bulunan bu yasaga ragmen Kur'ân-i Kerîm tab' olursa,
bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakilir), külleri
de îtinâ ile çignenmeyecek bir topraga gömülürdü.Diger taraftan, hal' fetvâsi âid
oldugu makamdan sâdir olmamistir. Bu maksadla parlementoya celbedilen
ve kendisine baski tatbik edilen fetvâ emîni Haci Nûrî
Efendi, Pâdisâh'in hal'i için kâfî bir
ser'î sebep mevcûd olmadigini beyândan sonra:"Hal' mes'ûmdur
(ugursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal' edildi. Arkasindan koca
Rumeli elden gitti. Rumeli'den
milyonlarca muhâcir Istanbul'a geldi. Medrese ve câmîler,
lebâleb bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocuklari
sirtimda tasimaktan omuzlarim çürümüstü. Mâdem
ki ille de Pâdisâh'in hal'ini arzu ediyorsunuz, kendisine
arzediniz; O, kendi kendisini azletsin!.." dedi. Bu münâkasaya sâhid olan
Talat Pasa, ipin ucunun elinden kaçacagini anlayinca, ulemâdan
olan milletvekillerine istenilen fetvâyi vermeleri için baski
yapti. Bu baski neticesinde tefsir sâhibi Elmalili Hamdi Efendi'nin
takrîri (söyleyip yazdirmasi) ile Sultân Abdülhamîd
Han hakkindaki mâhut hal' fetvâsi ortaya çikti.Hazindir ki, bu keyfiyeti Sultân Abdülhamîd'e
teblig için parlementoca seçilmis bulunan dört kisilik
hey'ete israrla Selânik meb'ûsu yahûdî
Emanuel Karassou Efendi kendisini de dâhil ettirmisti. O koca Sultân,
bu hey'ette su yahûdî çifiti da görünce,
digerlerine dönüp:"–Sizler müslümansiniz!
Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek
hakkinizdir. Lâkin bu yahûdînin aranizda isi ne?!." demekten kendini alamadi. Onlar da, bu söz üzerine baslarini
önlerine egdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanlarin
mukadderât îcâbi oldugunu düsünerek:"Bu, azîz ve alîm olan
Allâh'in takdîridir..."
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. | Azledildikten Sonra... |
Hal' edilmesinin hemen ardindan Sultân, kasden bir yahûdî
muhiti olan
Selanik'e gönderilip orada zengin bir yahûdî
âile olan
Alâtîn-i Biraderler'in kösküne
hapsedildi. Burada siradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm
ve baskilar altinda tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile
efrâdi günlerce aç birakildi. "
Emlâk-i sâhâne"si
millîlestirildigi (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alindi.
Hareket Ordusu, Istanbul'a geldiginde Pâdisâh'in
tahttan indirilmesini mutaakiben
Yildiz Sarayi'ni tamamen yagmalayarak
zenginlesmis bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden
sonraki yagma ile
"orduya hediye" (!) adi altinda âdetâ
büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yil sonra
Sultân
Vahidüddîn merhûmun tâlimati ile yapilan tahkîkatta
ortaya çikan tablo yüz kizarticidir. Yagmagir ve hirsizlarin
listesi,
Hareket Ordusu Mahmud Sevket Pasa'dan baslayarak en küçük
zâbite kadar kocaman bir liste teskil etmis, fakat o buhranli
zamanda bu hiyânetin hesâbini sormak -maalesef- mümkün
olmamistir.
Sultân Abdülhamîd Han'i bertaraf eden
Ittihat
ve Terakkî erkâni ülkeyi câhilâne bir sûrette
idâre etmeye basladi. Yumusak huylu pâdisâh
Sultân
Resâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksizdi.
Ittihat ve Terakkî hükûmetinin gaflet ve cehâletleri,
birçok aci felâketlere sebeb oldu. Trablusgarb'daki mahallî
mukâvemet devâm ederken
Balkan Harbi çikti. Ordunun
hiçbir ciddî hazirligi ve istihbarati yoktu. Düsmanin sür'atle
ilermesi karsisinda
Selânik'i tehlikede gören Ittihat ve
Terakkî hükûmeti,
Sultân Abdülhamîd'i
oradan
Istanbul'a nakletmek tesebbüsünde bulundu. Sultân
Abdülhamîd, ne sebeple Istanbul'a nakledilmek istendigini sorunca,
kendisine karsi karsiya bulunduklari askerî tehlike nakledilerek, düsmanin
Selânik'e yaklasmakta oldugu bildirildi. Pâdisâh'in dis dünyâ
ile yillardan beri bütün alâkasi kesilmis bulundugundan olup
bitenlerden haberi yoktu.
Durumu ögrenince dehsete kapildi ve:"–Gâlibâ siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykirdi.
Ardindan bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük
bir öfke ile
:"Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek,
Istanbul'un anahtari demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd
kanlariyla sulanan bu topraklari nasil terkederiz? Biz buralari birakip
gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez
mi?.. Birâderim Hazretleri, buranin tahliyesine râzi mi oldular?
Nasil olur? Hayir, ben râzi degilim!... Yetmis yasimda olduguma bakmayin!
Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarimla beraber Selânik'i son
nefesime kadar müdâfaa edecegim..." dedi.
Fakat kendisine Sultân Resâd'in selâmi ve ricâsi
iletilince, bir Osmanli hânedâni mensûbu olmanin mes'ûliyeti
ile Pâdisâh'in irâdesine boyun egmek zorunda kalarak
Istanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Dogruydu. Balkan kavimlerinin aralarinda bir ittifak kurulmasinin asil
sebebi,
kiliseler mes'elesinin halledilmis olmasiydi.
Oysa Abdülhamîd Han, Istanbul'da Balat'taki Rum ortodoks
patrikliginin karsisina bunlarin Rum patrikligine muâdil ve onunla ayni
hukûka sahib "erksahlik" adiyla Bulgar kilise riyâsetini
te'sis etmisti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binasini da,
bir gecede monte ettirmisti.
Bu surette
Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in
bu siyâsî manevrasi ile teessüs etmis oldu.
Bu bir ihtiyaç
oldugu ortaya çikinca, Bulgar ve Rumlar'in müstereken oturduklari
yerlerde kavga basladi.Gâfil
Ittihatçilar, is basina gelince,
"kiliseler
kanunu" denilen bir kanun çikardilar. Rum ve Bulgarlar'in müstereken
yasadiklari yerlerdeki kiliseleri onlar arasinda taksimi için nüfûs
ekseriyetini esas aldilar. Sayim yaptilar.
Hangi taraf ekseriyette ise
kiliseyi hükûmet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip
kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasiyla yeni bir
kilise yaptirarak aralarindaki ihtilâfi bertaraf ettiler.Bu surette kiliseler kavgasi hitâma erince, Bulgarlar ve
Yunanlar, birkaç yil içinde dost olduklari gibi, ezelî düsmanimiz
Sirplilar'i da yanlarina alarak
Balkan Harbi'ni baslattilar.
Ittihat ve Terakkî hükûmetlerinin cehâlet ve
hiyânetleri saymakla bitmez...
Sultân Abdülhamîd Han'in
artik yahûdî güdümüne girmis bulunan
Ingiliz
siyâsetine karsi
Almanlar'i tahrîk etmesinin mâhiyyetini
anlayamayan Ittihatçilar, Balkan Harbi'ni mütaakiben ortaya çikan
I. Cihan Harbi'ne de Almanlar'in yaninda girmek ahmakligini gösterdiler.
Hem de bir yahûdî emr-i vâkîsi ile...
Ittihatçilar, düsman tazyîkindan kaçiyormus gibi
yaparak
Çanakkale Bogazi'ndan içeriye giren
Goben ve
Breslaw isimli iki
Alman zirhlisini gûyâ onlari satin
aliyorlarmis gibi göstererek müttefiklerin protestolarindan kurtulmak
istediler. Bu gemilerin filo kumandani
Amiral Suson yahûdî asilli idi. Hususî bir tâlimatla hareket ediyordu. Gemi efrâdinin
Istanbul'da sikildigini söyleyerek
Karadeniz'e açilmak müsaadesi
istedi. Artik Osmanli bayragi çekmis olan bu gemilere bir Türk
kumandan tâyin edilmemisti.
Amiral Suson, Karadeniz'de bir
Rus
nakliye gemisine taarruz ederek
Osmanli Devleti'ni bu emr-i vâkî
ile harbe soktugu zaman, bundan, Enver Pasa disinda hükûmet
erkânindan hiç kimsenin haberi yoktu.Henüz
Balkan Harbi fâciasinin yaralari sarilmamisken
sirf
Almanlar'in yükünü hafifletmek maksadiyla
Osmanli
Devleti'nin hazirliksiz bir surette harbe dâhil olmasi,
yikilisin
en korkunç âmili olmustur.
Harbin sonu belli olmaya basladigi hengâmede,
Sultân Abdülhamîd'i
devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen Ittihat ve Terakkî
reisleri
Enver ve Talat Pasalar, artik
Beylerbeyi Sarayi'nda ikâmet
etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmis)
Pâdisâh'i
ziyâret edip fikrini sordular.
O koca Sultân, bir atlas
getirterek onlara, Ingiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarini
yekûn ettirdi. Sonra Almanlar'in sömürgelerini sordu. Tâbi
Almanlar'in sömürgesi olmadigi ortaya çikti. Sultân
keder dolu bir hüzünle:"–Su hesâbi da mi yapamadiniz?!. Hiç Ingiltere'ye
karsi Almanlar'in yaninda harbe girilir miydi? Ben Almanlar'i Ingiliz
emellerini dengelemek için kullandim. Bundan öteye birsey düsünmedim.
Simdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artik çok geç!.."dedi.
Ikisi de nemli gözlerle sarayi terkederlerken:
"–Bizler böyle bir sultanin kiymetini takdîr
edemedik! Ne büyük bir hatâya düstük!.." diyorlardi.
a
Çanakkale Harbi esnasinda düsman donanmasinin Marmara
Denizi'ni geçebilecegi endisesi ile tedbir olarak pâdisâh ve
hükûmetin
Eskisehir'e nakli kararlastirilmisti.
Abdülhamîd
Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesâret ve secâatle
redderek:
"–Ben Fâtih Sultan Mehmed Han'in torunuyum!.. Hiçbir
zaman Bizans imparatoru Kostantin'den asagi kalamam! Dedem Fâtih
Istanbul'u alirken, Kostantin askerinin basinda savasa savasa ölmüstür.
Birâderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükûmet,
Istanbul'dan ayrilirlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben,
Beylerbeyi Sarayi'ndan ayagimi disariya atmam!" dedi.
Nitekim
O'nun bu kararliligi karsisinda pâdisâh ve hükûmet
Istanbul'da kaldi. Böylece devletin daha o gün yikilmasi önlenmis
oldu.
Son derece yogun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra
Abdülhamîd Han, yetmis yedi yasinda 10 Subat 1918'de rahmet-i Rahmân'a
kavustu. Mekâni cennet olsun!.. Rahmetullâhi Aleyh..a
Ulu Hâkan, 1918'de vefât ettigi zaman bütün magdur ve
mazlûm millet yas baglamis, bütün Istanbul halki görülmemis
mahserî bir kalabalikla O'nu dîvân yolundaki türbesine
defnederek Âhiret'e yolcu ederlerken bazilari:
"Bizi birakip nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek agit
yakmislardir.
Kendisine karsi en çirkin ve siddetli muhâlefeti göstermis
bulunanlar bile, zamanla ve arkasindan sökün etmis olan fâcialarin
îkâziyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm
etmislerdir. Bunlardan biri olan
filozof Rizâ Tevfîk'in de
kulaktan kulaga yayilip meshur olmus bulunan
Abdülhamîd-i Sânî'nin
Rûhâniyetinden Istimdâd isimlisi'rini
dikkatlerinize sunalim:
Nerdesin sevketli Abdülhamîd Han?Feryâdim varir mi bârigâhina?..Târihler adini andigi zaman;Sana hak verecek ey koca Sultan!Bizdik utanmadan iftirâ atan;Asrin en siyâsî Pâdisâhina!..Pâdisâh hem zâlim hem deli dedik;Ihtilâle kiyâm etmeli dedik;Seytan ne dediyse biz "belî" dedik;Çalistik fitnenin intibâhina...Dîvâne sen degil, meger bizmisiz;Bir çürük iplige hülyâ dizmisiz;Sâde deli degil, edebsizmisiz;Tükürdük atalar kiblegâhina!..Nâdimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedâmet hislerini
söyle ifâde eder:
Kaç zamandir gelmemisken yâda biz;Iste geldik Sen'den istimdâda biz;Hasret olduk eski istibdâda biz!..a
Filistin'in ilk mazlûmu
Abdülhamîd Han'dir.
Çünkü hal'i O'nun Filistin mes'elesinde yahûdî
Teodor Hertzel'e mukâvemeti sebebiyle gerçeklesmistir.
Vefâti ile bütün Islâm âlemi âdetâ
yetim kalmistir. Çünkü gerçek mânâsiyla
hilâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gâileler
sebebiyle- bir daha bu dirâyeti göstermek mümkün
olmamistir. Gerçekten
Sultân Abdülhamîd, 1900
yilinda
Çin'de milliyetçi bir grup tarafindan
Alman büyükelçisi
Kettler katledilip büyük bir
bati aleyhtari hareket baslayinca,
"Boxer Isyâni"
denilen bu hâdise dolayisi ile
Wilhem'in kendisinden yardim
istemesini bahane ederek oraya bir
"nasîhat hey'eti" göndermis
ve
Pekin'de uzun müddet faâliyet gösterecek olan
"Hamidiyye
Üniversitesi" adiyla bir dînî tedris müessesesi
kurmustur.
Yine
Japonya'ya, tarihimizde
"Ertugrul Fâciasi" diye bilinen bir ilmî hey'et gönderip Islâm'i oralara kadar
yaymak ve hilâfet nüfûzunu âlem-sumül bir duruma
getirmek yolunda yürüyen
Sultân Abdülhamîd'in
su
Islâmci siyâsetinin sumül ve kuvvetini anlayabilmek
için,
Medîne-i Münevvere'ye kadar dösetmis
oldugu demiryolu hattinin, devlet kesesinden bir kurus çikmadan sirf dünyâ
müslümanlarinin yardimlariyla gerçeklesmis bulundugunu
hatirlamak kâfîdir.
Sultân Abdülhamîd,
o ileri görüslü
insandi ki, Amerika'da horlanan zencilerin maruz kaldiklari zulümlerden
istifâde ile onlari
Islâm'a çekmek maksadiyla oraya
propagandacilar gönderdigi ve bugünkü
zenci-müslüman varliginin tesekkülüne âmil oldugu da bir gerçektir.
Oturdugu yerden dünyâyi
fotograflarla tâkib eden
ve bundan dolayi bugün kendisinden üç binden ziyâde albüm
kalmis bulunan
Sultân Abdülhamîd, zamaninda dünyâdaki
bütün gelismeleri harfiyyen tâkib etmekteydi. Meselâ
1904
Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allâh kulu
Japonlar'in
gâlip gelecegine ihtimal vermezken O, uzak sarka gitmek üzere
bogazdan geçen Rus gemilerinin, Sadrazam'ina geri dönmeyeceklerini
söylemistir. Hattâ bu harbi meshur
Pertev Pasa vâsitasiyla
günü gününe tâkib ederek
Ruslar'in
Japonlar'a
maglûb olmasinin kendi devleti hesâbina kazançli
neticelerini devsirmekten geri kalmamistir.
Son söz olarak su husûsu belirtmeliyiz ki, Sultân
Abdülhamîd, O'nun mübârek sahsiyeti, siyâsetinin
incelikleri ve zamaninin dâhilî ve hâricî gâileleri
böyle makale hacimli yazilara sigmaz... O umûm milletin müstehak
oldugu musîbetleri bertaraf için bir beser tâkatinden
umulmayacak derecede gayret gösterdigi hâlde, netice serîrlerin
galebesi sûretinde tahakkuk etmisse, bunu kader perspektifinden bakmadikça
anlamak mümkün degildir. Böyle bir dirâyet içinse,
kendisinin su sözünü okuyucularimiza yardimci olabilecegi düsüncesiyle
zikrederek yazimiza nihâyet verelim:
O, Hareket Ordusu'na karsi hareketsiz kaldigi yolundaki
tenkidlere cevâben buyurmustur ki:"–O gürûhun önünde Hizir -aleyhisselâm-'i
görmesem, böyle yapmazdim!.."Abdülhamîd Han'in dindarligi, hizmetleri, merhameti, zekâsi
ve kâbiliyeti destanliktir. O'nun ihlâsini su hâtira ne güzel
ifâde eder:
Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir is zuhûr edince,
gecenin hangi vakti olursa olsun uyandirilmasini ister, ertesi güne
birakilmasina rizâ göstermezdi. Bu hususda mâbeyn baskâtibi
Es'ad Bey, hâtirâtinda söyle demektedir:
"Bir gece yarisi, çok mühim bir haberin imzâsi için
Sultân'in kapisini çaldim. Fakat açilmadi. Bir müddet
bekledikten sonra tekrar çaldim, yine açilmadi. diye
endiselendim. Biraz sonra tekrar çaldim; bu sefer kapi açilarak
Sultân, elinde bir havlu ile kapida göründü. Yüzünü
kuruluyordu. Tebessüm etti:"Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir is için
geldiginizi anladim. Kapiyi daha ilk vurusunuzda uyanmistim, ancak abdest
aldigim için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandir milletimin
hiçbir evrakina abdestsiz imzâ atmadim... Getir imzâliyayim!.."
dedi.Ve "besmele" çekerek evrâki imzâladi."Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han'in bu husûsiyetiyle alâkali
olarak, O'nun yataginin basinda dâimâ temiz bir tugla
bulundurdugunu ve bununla yataktan kalktiginda çesme mahalline kadar
abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldigini, sebebini sordugunda
da kendisine:
"Bunca müslümanlarin halîfesi olarak, biz sünnet
ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan
zarar görür!.." dedigini nakleder.
Mâbeyn kâtiplerinden Abdülhamîd Han baglilarindan
olmayan birisi de hâtirâtinda su câlib-i dikkat hâdiseyi
anlatir:
"Bir aksamdi. Mâbeynde nöbetçi olarak ben
kalmistim. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertibleyip
huzûra çikmak üzre iken bir telgraf geldi. Istanbul Lâleli
Postahanesi me'mûrlarindan birinin Hünkâr'a çektigi
bir telgrafti bu:Bîçâre me'mur, karisinin o gece dogum yapacagini ve
dogumun da tehlikeli olacagina dâir doktorlarin îkâz
ettigini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadigini, bu sebeple
merhamet-i sâhâneye sigindigini, bildiriyordu.Ben de bunu pek kayda deger görmeyerek zât-i sâhâneye
verecegim listenin içerisine almadim.Ancak huzûrda, Pâdisâh âdeti üzere herseyi
ayri ayri gözden geçirdikten sonra ilâve etti:"–Baska birsey var mi?""–Kayda deger birsey yok efendim!" dediysem de Sultân'in
israrla suâlini tekrarladi ve:"–Sen kayda deger saymadigini da söyle!" dedi.Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arza degmeyecegini
düsünerek listeye almadigimi bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat
verdi:"–Hemen getiriniz!"Saskin bir vaziyette telgrafi getirdim. Sultân, orada yazilanlari
dikkatle okudu. Ardindan düsündügümün tam aksine
derhal saray doktorunu çagirtarak bana döndü:"Derhal beraberce Lâleli'ye gidiniz ve dogum yapacak olan
kadincagiza gerekli müdâheleyi yaptiriniz!" diye ferman
buyurdu.Sultân'in bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine
gittik. Vazîfemizi yerine getirip hastaneden döndügümüzde
ise, vakit sabaha yaklasmisti. Saraya girince, kapinin sesinden bizi farkeden
Sultân, perdeyi araladi ve eliyle "gelin" diye isâret
etti.. Odasinin isiklari yaniyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ
ile mesgul olmustu.Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Oldugu gibi anlattim:"–Sultânim, dogum bir hayli müskil oldu. Ancak mütehassis
doktorlarin gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh.. Bir erkek çocuk
dünyaya getirdi. Adini da Abdülhamîd koydular. Sabaha
kadar gözyaslari içinde zât-i âlînizin ömür
ve devletlerine duâ ettiler..."Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babasi olan Hünkâr,
bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "elhamdülillâh"
dedi. Sonra paravananin arkasina geçerek iki rek'at namaz kildi.Osmanli Devleti'nin 620 senelik san ve seref dolu târîhini sâir
ne güzel hulâsa eder:
Kimdim?A'sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?Bir baska denizdim, kürenin rub'u benimdi!..Mermîler, alevler beni bir kal'a sanirdi,Efserlerin enkâzi uçar, dalgalanirdi...Cevvâl atimin kanli, kivilcimli izinde,Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.Çarpardi gögün kalbi hilâlin avucunda,Titrerdi yerin tâlii mermîmin ucunda...A'sâr elimin çizdigi mecrâdan akardi,Üç kit'ada magrûr atimin izleri vardi...Fevkinde uçarken o nesîbin, bu firâzin,En sanli hükümdâr-i hurûsânina arzinTek bir nazarim berk-i inâyetti, keremdi;Iklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi...........Dünyâ bilir iclâlimi, "ben böyle degildim!"